12 Şubat 2009 Perşembe

Kıyamet Öyküleri #2 - Keman

Çatı katından gelen müzik sustuğu zaman ben de mutlu olacağım.

Kırk iki yaşını doldurdum ve aklımı kaybetmek üzereyim. Fakültenin en genç profesörü benim. Şu son günlere kadar belki de konumda ülkenin en iyi uzmanı olma yolunda çok şey vaat ediyordum. Hocalarımın tebriklerini asla unutamıyorum. Son konferansta sunduğum tez neredeyse olay yaratmıştı. Hayatımda kendimi işim kadar çok verdiğim tek bir şey vardı ki o da karımdı. Karımdı diyorum ya bakmayın, karım. Hemen tüm sırlarımı vermemek için size herşeyi en baştan anlatmalıyım. Yirmiiki sene önce tanıştım ileride karım olacak kadınla. İnanılmaz bir seks hayatımız vardı başta ve daha sonrasında ona aşık olduğumu farkettim. Ben buna onları açtığımda ikimizde on dokuz yaşındaydık ve benimle alay edişini hala hatırlarım. Bunları düşünmek için daha erken olduğunu söylemişti. Haklıydı da. Fakat tüm bu söylediklerinden sonra gözleri yaşarmış, başımı okşamış ve omzuma yatmıştı. O anda anlamıştım ki o da bana aşıktı. Günler çok iyi geçiyordu. İkimizde derslerimizde iyiydik, herkesin kıskandığı bir çifttik ve birbirimizi mutlu etmeyi biliyorduk gerçekten de. Haftada bir gittiğimiz lunaparkta her zaman dönme dolaba biner ve şehrin neresine gideceğimizi bakarak karar verirdik.

Bir gün yine dönme dolaba bindik ve bana uzakta bir ormanı gösterdi. Orası bir piknik alanıydı. Daha önceden duymuştum, ama gitmemiştim. Seve seve kabul ettim. Piknik alanına gittikten sonra onun mutlu halini görüp tekrar düşündüm. Ona evlenme teklifi ettim. O da kabul etti. Ancak, okulu bitirdikten sonra. Teklifimi sürekli erteledi. Ona üç yıl boyunca sordum, ama o erteledi. Ne zaman ki mezun olduk, o zaman aldım evet cevabını. Sonrasında da evlendik işte.

Ben oldukça az kazanıyordum. O ise seramikle uğraşıyordu. Onun getirisi ise nerdeyse yoktu. Ancak hiç bir şey diyemiyordum. Ondan bir iş bulmasını isteyecek halim yoktu. Çünkü onun işi buydu gerçekten: seramik. Bu işte gerçek bir kabiliyeti vardı, fakat bu işten kazanç sağlamanın bir yolu yoktu. Ayrıca mutluyduk, çok paraya ihtiyacımız olduğunu kim söylemişti ki. Daha sonra paraya ihtiyacımız olacağını düşündük. Çünkü çocuk sahibi olacaktık. O hamileydi ve, Tanrım, onu hiç bu kadar mutlu, bu kadar güzel gördüğümü hatırlayamıyordum. Bir daha da görmedim zaten.

Size her şeyi hızlıca özetlemem gerekirse, çocuğumuz ölü doğdu. Bunun üzerine doktor operasyon süresinde ortaya çıkan bir sorundan ötürü eşimin bir daha hamile kalamayacağını söyledi. Bu şoklar üstüste gelmişti. Bunun üstesinden gelmek benim görevimdi, bir şeyler yapmalı ve onu tekrar eskisi gibi mutlu- ve güzel- görmeliydim. Bir fikrim vardı ama ona açıklamam için daha zaman vardı.

Bu sırada akademik kariyerimin zirvesine oynuyordum. Doçentlik sınavını da geçmiştim. Yaptığım son çalışmaları kitaplaştırmam için teklif dahi almıştım. Fakat yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Karım benimle doğru düzgün konuşmuyordu bile. Asla gülümsemiyor. Ne seramik ne de benzeri şeylerle uğraşıyordu. Artık bir geçim sıkıntımız da yoktu, ancak o hiç bir şey yapmak istemiyordu. Sadece oturuyor, bazı bazı aklına geldikçe Özdemir Asaf’tan şiirler okuyordu. Ona hava değişikliğinin iyi geleceğini düşünerek, akademiden kitabım üzerine çalışmak için yıllık iznim ile ayrıldım. Şehrin dışında yayınevinin sağladığı iki katlı bir eve, minimum eşya ile taşındık. Ben ise uzun süredir tasarladığım fikrimi hayata geçirdim. Küçük bir köpek yavrusu alacaktım.

Köpeği eve getirdiğimde ilk önce şaşırdığına yemin edebilirim. Gerçekten yüzü değişti, handiyse gülümsediğini bile iddia edebilirim. Ama bu hakikaten kısa bir süreydi. Sonra köpekle ilgilenmedi bile. Köpek yavrusu ise onun etrafında fır dönmeye, taklalar atmaya başlamıştı. Ama karımdan hiç bir tepki alamıyordu. Köpeği sevdiğini, onun eve geldiğine sevindiğini söylüyordu sorduğumda ama suratsız bir cevaba ne kadar inanılabilir ki.

Şu andaki hayatımın başlangıcı sayılabilecek olay benim evden ayrıldığım ilk gün cereyan etti. Ufak bir iş için fakülteye gitmem gerekmişti. Arabaya atladım ve okuluma döndüm. İşlerimi hallettikten sonra eve geri döndüm. Kapıyı çaldım, ancak açan olmadı. Daha sonra anahtarımla açıp içeri girdim. Etrafta biraz dolaştım, karıma ve küçük yavruya seslendiysem de hiç bir cevap alamadım. Mutfağa seyirttim ve o iğrenç manzara ile karşılaştım. Küçük köpek yavrusunun cansız bedeni kanlar içinde yatıyordu. Göğsüne saplı bir mutfak bıçağıyla hem de. Ne yapacağımı bilemedim orada. Gerçekten de ağladım. Gözlerimden akan yaşları engelleyemiyordum. Hemen yukarı yatak odamıza koştum. Kapı kiltiliydi. Kapıya vurdum, seslendim ama hiç bir sonuç çıkmadı. En sonunda omuz atarak kırdım kapıyı. İçeride yatağa oturmuş duruyordu. Dışarısını izliyordu. Gözleri yaşlıydı. Ona ne yaptığını sordum, köpeği sordum. İtekledim onu, hatta vurdum. Ama hiç bir cevap, hiç bir ses çıkmadı ondan.

Aradan 6-7 sene geçti. Önce onu tedavi ettirmeye çalıştım. Hastaneye yatırmayı bile düşündüm. Ama ailesi buna yanaşmıyordu ben de teklif edemedim. Doktorlar şehir dışındaki eve temelli taşınmamızı önerdi. İlaç tedavisi verdiler. Bir kısmı bilerek konuşmamayı seçtiğini düşündüler. Bir kısmı ise şok tedavisi gereklidir dediler. Biz ilaç tedavisine devam ettik. Bir yerden sonra her şeyimle işime yöneldim. Onunla da odaları ayırdık. Ona çatıda çok güzel bir oda yaptırdım. Ailesi geldiğinde de göstermelik yanıma alıyordum. İşim dışında birşeyle uğraşmıyordum ama hala gençtim. Karımdan almam gereken şeyleri alamamıştım. Bu yüzden ufak tefek tek gecelik şeyler yaşadım oldukça. Ama onları daha ileri götürmüyordum. Sadece fiziksel. Zaten bunları ileri seviyeye taşımam akademik kariyerimi de baltalayabilirdi.

Tüm bu süreç boyunca ailesi seferber oldu. Arada babasını kaybettiler. Ama hiç sesi çıkmadı yine. Abisi yılda bir veya iki defa ziyaretine gelirdi. Çiçek alıp getirir, yarım saat oturur giderdi. Ama annesi neredeyse her gün yanındaydı. Ondan bir tepki almak için her şeyi deniyordu. Bundan bir kaç hafta önce yemek yerken zilim çaldı. Kapıyı açtığımda gelenin yine annesi olduğunu gördüm. Şaşırmadım elbet. Ama elinde bir kutu vardı, bir enstrüman kutusu. Annesi bunun karımın çocukken çaldığı keman olduğunu söyledi. Dört yaşından oniki yaşına kadar eğitimini almıştı. Sonra ise bırakmıştı birden ve kendini resime vermişti. Ailesinin ısrarlarına rağmen bir daha asla kemanı eline almamıştı. Nedenini kimse bilmiyordu. Annesi son kozlarını oynuyordu. Lanetler olsun ki bu kozu işe yaradı. Kemanı görür görmez karım elinden kaptı annesinin ve çalmaya başladı. Fakat ne çalma. Gerçekten bir kaç hatayla da olsa Handel, Vivaldi ne varsa çalıyordu. İnanılmazdı. O an için öyle düşünmüştüm tabi. Şimdi ise delirmek üzereyim günde onaltı, onsekiz belki yirmi saat çalıyor veya belki de sadece ben evdeyken çalıyor. Bilemiyorum. Günlerdir doğru düzgün uyuyamıyorum. Ne bir şey okuyabiliyor ne de yazabiliyorum. İlk başta bunun bir iyileşme belirtisi olduğunu düşünüp sevinmiştim doktorlar ise bunun zihinle değil omurilikle ilgili bir refleks durumu olduğunu düşünüyor. Bir gün denemek için bir kaç nota kitabı alıp çatıdaki odasına koydum. Asla onları çalmadı hep aynı şeyler, hep aynı şeyler. Doktorlar büyük ihtimalle haklıydı. Artık ben de çıldıracağım sanırım. Belki de benden öç alıyor diye düşünmeden edemiyorum ama benim yerimde hangi erkek olsa aynı şeyleri yapardı gibi geliyor. Onu sevdim ben hala da seviyorum fakat bilemiyorum. Böyle yaşamaya devam edemem. Elinden kemanı da alamıyorum. İçim elvermiyor. Fakat bir gün vicdanıma karşı galip gelirsem bir çılgınlık anında ya kemanını parçalayacağım ya da onu öldürüvereceğim. Gerçi...ne farkeder ki.

Hiç yorum yok: