12 Şubat 2009 Perşembe

Kıyamet Öyküleri #1 - Bir Devrin Sonu

“Doğduğumuz çağın insanı değiliz. Biz, burdaki bir kaç insan ve şu anda buna benzer bir şekilde, bu kokuşmuş şehirin farklı köşelerinde, düşünen diğerleri.”dedi. Elinde duran hapı ağzına attı ve suya ihtiyaç bile duymadan yutuverdi. Kendini gerisin geriye kanepeye attı ve tavanı izlemeye başladı. Melis ise elinde bir şişe ne olduğunu bilmediği içki, şaşkınlıkla olan biteni izliyordu. Kimsenin, ki buna kendisi de dahildi, tüm bu olanlara böyle tepkisizce yaklaşıyor olmasını anlayamıyordu. Ben ise, bunun bir gün olacağını bilen biriydim; çağımın adamı değildim belki de dediği gibi. Fakat, çağımın farkındaydım.

Bir saniyeliğine zaman durdu ve içeriden bir cam kırılma sesi geldi. Hemen içeri koştum. Cam paramparça olmuştu. Aşağı baktığımda Mehmet’in kendini aşağı attığını gördüm. Asfalta öylece düşmüş ve parçalanmıştı. Ancak bu tabloyu korkunçluktan uzaklaştıran bir manzara vardı çevrede. Böyle bir tabloyu yalnızca Bruegel’de görebiliriz sanırdım. İnsanlar sağa sola koşturuyor, arabalar sanki son gün ışığını görmek istercesine çılgınca doğuya hızlanıyordu. Şehrin bir köşesinden patlama sesleri geliyor, her yeri cam kırıkları kaplıyor. Sokaklarda kendini, başkalarını, çocuklarını vuran insanlar var. Bazı direklerin başında son orgazmlarını yaşamak için kendilerini adrenalin ve feromon ile uyuşturanlar veya şu anda kendini kanepeye bırakmış tek dostum gibi farklı yollarla bunu yapanlar. Bu korkutucu tablonun beni korkutmaması çok olasıydı çünkü, her idam mahkumu farklı tepkiler verirdi. Kimi kararlı, kimi kabullenmiş. Kimi de çıldırırdı. Şu anda yüzlerce evde kendini bir odaya kapatmış, Kur’an, İncil veya Eski Ahit’ten alıntılar yapan bir dolu insan vardı.Ama bu evde değil.

İçeri döndüğümde Melis’i, “Nasıl bu hale geldik? Nasıl bu hale geldik?” diye tekrarlarken buldum. O da kendini kaybetmişti. En yakın dostum uyuşturucunun etkisinden çıkamayacaktı. Melis delirmişti. Mehmet kendini atmıştı. Melis’in kendini kaybetmesi aslında bana enteresan gelmişti. Hele ki benim çıldırmayışım ve onun çıldırışı. Sonra Melis’in konuştuğu köşede Andre’nin kırık viski şişesi saplı bedenini gördüm ve herşeyi anladım. Gerçekten de nasıl gelmiştik bu hale? Melis hayatı boyunca çevre kirliliğine karşı savaşmıştı. Çok iyi bir doktordu. Üniversitede kısa süreli de olsa bir ilişkimiz olmuştu. Benim dağınıklığıma katlanamamış ama benimle arkadaş olmayı sürdürmüştü; evime bir daha hiç gelmeyerek. Şimdiyse Andre ile nişanlıydı. Yani bir zamanlar öyleydi. Çünkü şimdi Andre ölü, o ise deliydi. Aslına bakarsanız bu çok da önemli değildi şu anda. Andre ile Moskova’da tanışmıştı. Bir konferansta. Andre, Lacan’ı çok seven bir psikiyatrdı. İntihar vakaları üzerine çok çalışmıştı ve şimdi “çalışmalarının kurbanı” olmuştu. Melis Andre’yi İzmir’e çağırmış sonra orada sevgili olmuşlardı. Andre’nin favorisi, nedense tüm yabancılar gibi İstanbul’du. Benim bir favorim yok sanırım kentler arasında. Olsa da burası olurdu muhtemelen. Melis çevre kirliliği karşısında uç eylemler düzenlemişti. Greenpeace vari, militan eylemler. Üniversitedeyken bu yüzden çok çekmişti. Ben ve en yakın dostum kadar değil elbet, veya zavallı Mehmet. Mehmet, bir sosyologdu. O kitaplara veya teorilere gömülmüş bir adam değildi. Genelevler üzerinde bir çalışma yapmıştı, asla kız arkadaşı olmadı. Çünkü kadınların bunu duyunca ondan iğrendiği, kalanların da onu artık tatmin edemediğini söylerdi. Sokak çocukları ile sanki sokakta yaşayan bir adam gibi, hatta durun, Diyojen gibi, tam altı ay yaşamıştı. Hiç bir zaman arabası olmadı. Büyük zevkleri de olmadı. Büyük derken, pahalı zevkler. Yoksa büyük zevkleri vardı. Klasik müziğe bayılırdı. Yüzmeye bir de. Her türlü su birikintisinde yüzerdi; ırmak, göl, nehir, deniz, okyanus... Mehmet büyük bir adamdı. Onu hep kendime örnek alırdım üniversitede. Benden bir yaş büyüktü yalnızca; fakat, akıl hocamdı diyebilirim. Bana bildiklerimin tümünü o öğretti gibi gelirdi okuldayken. Polisten beraber dayak yerdik hep. Ta ki o her şeyi bırakana kadar. Zeynep diye bir kızla tanışmıştı. O zaman her şeyi bıraktı. Anlayamamıştım o kızla tanıştıktan sonra yaptıklarını. Her şeyi bıraktıktan sonra kariyerini de mahvedecekti. Fakat kızı iki erkekle bastıktan sonra anladı yaptıklarını. Ondan sonra sadece kariyerine yöneldi. Ben de Mehmet’in yerine, başka birini buldum. Onun yerini layıkıyla dolduracak birini. En iyi arkadaşımdı o. Şu anda aklı başında olabilecek tek adam. Hatta eminim hala öyledir. Onunla en ön saflarda bağırıp çağırdık, dayak yedik, göz altına alındık. Bir şeyler için savaştık şu an hayatımın bu konuma geleceğini bilseydim de yapardım tüm bunları. Aslına bakarsanız buna karar vermek biraz zor çünkü bu konuma geleceğimi bilseydim eğer, bir şekilde, buna inanmazdım ki. O yüzden yaptıklarımı aynen yapardım. Çağımızın adamı değiliz işte bu yüzden. İnanmıyoruz çünkü. O ve ben. Andre veya Melis veya Mehmet de değillerdi. Değillerdi. Bilmiyorum belki de öyleydik. Ya da ne bileyim, 40 sene öncesine, 2000 sene öncesine falan, öyle bir tarihe aittik. Şimdi bunun ayırdına varmam o kadar zor ki.

İki adım attım ve nabzına baktım. Sen benim en yakın arkadaşımdın. Arkadaşımsın. Seninle son bir kez. Son bir kez daha konuşmalıyım. Bach’ı severdin. Bundan belki, veya bana hep derdin Barselona’yı bir kere olsun görmelisin. Göremedim işte. Ne yapmalıyız bu durumda? Beni bırakıp gitmen mi lazımdı? Anlatmalıydın Barselona’yı bana, son anlattığın şey bu olsa da. Seni itekliyorum işte, kaldıracağım ayıltacağım seni. Koşturuyorum içerideki odaya, sokaklar kan gölü görüyorum. Araba falan kalmamış, inanamazsın. Yerlerde debelenen insanlar var. Bunu görmeyi yüreğin kaldırmazdı değil mi? Ondan içtin o hapı, ki kalbin atıyor hala. Atıyor. Ölmedin. Öleceksin, beraber öleceğiz. Bu arada, koyu mavinin en dibinde hafiften bir açıklık var. Güneşi son bir kez daha görmeden ölmene izin veremem. Ne lazım sana, iyi bir kahve yapmalıyım belki de. Her şeyi deneyeceğim. Hiç merak etme. Her şeyi.

Kulağımda uğultunun birden kesildiğini farkettim. Bu Melis’in sesinin kesilmesiydi. Durduğu yerde bir cümleyi sürekli tekrar ediyordu. Ama artık durdu. Mutfaktan uzattım kafamı. Son sigaramı yakmış kahve pişiriyordum. Bu kadar komik bir son düşünülemez. Gözlerimi kıstım ve Melis’e baktım. Olduğu yere yığılmıştı. Ağzında köpükler vardı. Muhtemelen şu an kalbi atan iki insan vardı odada. Henüz. Kahveyi fincana doldurdum. En yakın arkadaşımın baş ucuna koydum. Sonra içeri koşup dolabın birinden el fenerini aldım. Yakıp gözlerine tuttum. Onu çılgıncasına dürtüyordum. Oturur vaziyete getirdim. Kahveyi boğazına döktüm yavaşça. Yutmasını sağladım. Nefes alıyordu. Hafif uyanma belirtileri de vardı. El fenerini gözlerine tutuyor, onu sarsıyordum. Gözleri kırpışmaya başladı. Olacaktı. Güneşi görecekti. Ona bir iki tokat attım. Anlamsız sesler çıkarıyordu. Buradan içerideki odadaki ışığın değişişini sezinleyebiliyordum. Onu ayağa kaldırdım ve omzunun altına girdim. Onu içeriye doğru sürüklemeye başladım. Çok ağırlaşmıştı. Yıllar geçmiş ve kendine bakmayı bırakmıştı. Sürüklemem giderek zorlaşıyordu. Gün ağırmaya başlıyordu neredeyse. Bunu görebiliyordum, sadece bir kaç metre ve güneşi görecektim. Birden bana her zamankinden daha ağır geldi; sadece bir saniyeliğine ve yere yığıldı. Birden dizlerimin bağının çözüldüğünü ve hareket edemediğimi farkettim. Yere, en yakın dostumun yanına yığıldım. Güneş neredeyse doğacaktı fakat çok geçti artık. Son gördüğüm şey güneş değildi ancak, güneş ışığının parçalanmış camdan yansımasıydı.

Hiç yorum yok: