15 Mart 2008 Cumartesi

MEKTUP

Yağmurun toprağın altına nüfuz etme çabası içinde yağdığı bir geceydi yine o. Mavi yine kimlik değiştirmişti o gece. Gökyüzü karamıştı, deli yağmurun ilk habercisi bir saniyelik griliğini bize bahşedene kadar. Sonra tekrar kara, diğer şimşeğe değin. Zangır zangır yorganın altında titrediğim o nadir gecelerden biriydi ayrıca. Yanında kendi cehennemini taşıyan biri gibi üzerime eklenen her kumaş parçasını fırlatırcasına reddeden benim gibi biri için, bir yorganın – hem de anneannemin evlendiğinde kayınvalidesi tarafından hediye edilmiş, yapıldığı sene dedemin dayısının vurularak öldürüldüğü doksanüç harbi meydana gelmeden önce Makedonya’da gerçekleşen sert kışı tüm aile fertlerine rahat geçirten bu yorganın – altında titremek dikkat edilesi bir durumdu. Emindim ki, gerçekten hastaydım ve bu sefer durum ciddiydi. Bir doktora görünmek zorundaydım. Ancak, doktor korkumu yenebilmiş değildim, basit bir grip için olsa bile. Senden aldığım mektubu okumamakta direnmiştim o ana kadar; o anda ise, bu mektup aklıma bile gelmiyordu, hastalığıma şükür ki. Gözlerim kapalıydı kapalı olmasına ama tek düşündüğüm ne zaman kendime geleceğimdi. Bir an için ilk adımı atmam gerektiğini düşündüm. Gözlerimi açtım ve itiraf etmeliyim ki panikledim. Çünkü her yer karanlıktı gözlerimin bu karanlığa alışması gerçekten zaman almıştı çünkü hiç bir şimşek yardımıma koşmuyordu. O sırada mektup hala aklımda değildi. Tavanı izlemeye başladım, öncelikle gölgeler belirdi. Yatağımın baş tarafının gösterdiği cephe boyunca uzanan camdan içeri süzülen sokak lambaları bazen de araba farlarının ışıkları bu gölge oyunlarını yaratıyordu. O gölge oyunlarının izlerken birden kendimi duvarın sıvasının kalitesizliğini irdelerken buldum. Pütürlüydü duvarlar oldukça. Antika bir evde yaşıyordum, ancak ufak maaşımın karşılayabileceği sadece ama sadece buydu. Her şeyi bir yana bırakırsak, balkonu bile yoktu. Çocukluğumun çoğunu geçirdiğim evimin balkonunda futbol oynayabildiğimi göz önünde bulundurursam benim için büyük bir hayalkırıklığıydı bu ev. Ama, şehir merkezine yakın olması çok büyük bir avantaj ayrıca. Sanırım uykuya dalmadan önce düşündüğüm son şey buydu, ya da sayıklamaya dalmadan önce.

Rüyalar görüyorumdur elbette her insan gibi. Ama pek azı uyandıktan sonra halen zihnimde yer etmeyi sürdürürler. Bir kısmı kötü bir bilimkurgu filmini andırırdı eskiden. Şimdi ise daha basit rüyalar görüyorum, pek olaylı değil yani. O sayıklamalardan ayıldığımda ise aklımda yine hiçbir parçası kalmamıştı görmüş olmamın muhtemel olduğu rüyalardan. Belki de gerçekten görmemiştim. Kim bilir? Ama gözlerimi daha açmadan aklıma düşen bir şeyler vardı. Mektubun tabii ki. Mektubunu unutmuştum bir süre, şükür ki. Ancak sabah ne yazık ki hasta değildim ve kendimi onca süre uzak tuttuğum mektubundan artık ayrı kalamayacaktım. Bu yüzden kendi kendime dedim ki, madem ki okuyacağım o zaman önce bir elimi yüzümü yıkamalıyım, giyinmeliyim, çayımı içerken okumalıyım bu mektubu. Artık kaçışı yoktu, ancak uzattıkça uzatıyordum seninle arama girecek olan süreyi. Banyoya gittim. Kendime pek bakmayı sevmem aynada. Ama bir süre incelemeye mahkum ettim kendimi. Yüzüme iki avuç su çarpıp tekrar baktım. Gözlerim iyice açılmıştı. O anda çektim kendimi aynadaki aksimden. Odama dönüp üzerime geçirilecek bir kaç şey baktım her zamanki gibi. Her şey hallolmuştu. Artık çayımı koymalıyım, veya belki önce kahvaltı hazırlamalıyım ki çayı rahatça içebileyim. Ama, uzatmaya da gerek yok pek. Abartıyor olmalıyım şu anda.

Çayımı koyup, masama oturmuştum. Oradan holü izledim. Holü ve sokak kapısını. Masamın üzerindeki mektuba bakmaktan daha mantıklı gelmişti bana. Doğrusu, daha kolay. O kapıdan kaç kere geçtiğimi düşündüm, ya da kaç insanın oradan geçtiğini, ya da her bir insanın sadece o kapıdan kaç kere geçtiğini. Sonra senin kaç kere geçtiğini düşündüm. Benden az elbet. Ama benim o yandan bu yana geçiş sayım, bu yandan o yana geçiş sayımdan bir fazla işte. Seninse eşit. Mektubun zarfını yırttım. İçinden özenle katlanmış beyaz kağıdı çıkardım ve masaya koydum. Oracıkta duruyordu öyle. Zarfından çıkınca kat yerinden biraz havalanmıştı. Tek kanatlı bir güvercin gibi. Birden kapı çaldı. Bu güzel bir şeydi. Biraz daha zaman. Kapıyı açtım. İnanabiliyor musun? Gelen sendin. Boş bakışlarıma, ki onları göremiyordum ama boş olmalılar, aldırmadan içeri bir adım attın. Açık penceresinden esen rüzgarın havalandırdığı o pembe perdene bakmak için mi bilmem, mutfağa baktın. Ama yırtılmış zarfı, kanadı kalkmış mektubu gördün. Ağzımı açmaya niyetim yoktu ama sus dedin bir şey söyleme. Biliyorum dedin, boş ver mektubu dedin. Sarıldın bana. Benim de canıma minnet. Boşverdim.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Ahmet'in blogunda gördüm linki ordan girip okumuştum fakat kimin yazdığına dikkat etmemişim ekin =) kusra bakma. hikayeler güzel ama altına yorum yazdığım hepsinden iyiydi o yüzden -tanımadığım bir insana yorum yazdığım düşüncesiyle- sadece ona yorum yazmıştım. yeni hikayeleri dört gözle bekliyorum walla fazla soğutma kafanda tutup da